27 Mart 2025 14:05

Yezidin Kızı

"… Oysa sayıları bir milyonu geçen Ezidiler bu coğrafyanın en eski ve kadim halkı. Sadece Suriye ve Irak'ta değil Anadolu'da da binlerce yıl yaşadılar ve halen yaşamaktalar..."

Yezidin Kızı

Yezidin Kızı kitap kapağı

Ergün Polat
ergunpolathoca@gmail.com


Unutulmuş bir roman, bazen bir küfür, belki bir af ya da Ortadoğu’nun en öksüz ve yalnız halkı…Tarihin tozlu rafları arasında unutulmuş ya da unutulmaya bırakılmış bir romanın sayfalarını yeniden aralamak...

Cumhuriyetin ilk yılları Halep’te sürgünde bir Türk aydını, Atatürk’e ithaf ettiği bir roman yayımlar: Yezidin Kızı. Ve derler ki bu romandan sonra Atatürk onu bağışlar ve yurda girişine izin verir. Bahsi geçen yazarımız ise neredeyse her dönemin muhalif aydını: Refik Halid Karay.

Peki, bu romanı ilginç kılan ne? Belki de romanın ilk bölümünün adını yazarak bu merakınızı perçinlemek gerek: “Kürtçe konuşan Arjantinli kız.” Roman Marsilya’dan Beyrut’a doğru yola çıkan bir gemide başlar. Bilgisi, zarafeti ve yaydığı enerjisiyle herkesin hayranlığını kazanan Arjantinli Zeli’nin yardımcısıyla aralarında Kürtçe konuşması Hikmet Ali’yi şaşırtır ve çözülmesi elzem bir muamma gibi dikkatini cezbeder. Emekliliğini Suriye’deki bir köyde geçirmeyi planlayan eski bir Türk diplomat olan Hikmet Ali ile Zeli arasında günden güne artan sıkı bir sohbet başlar. Zeli aslında Zeliha Arjantin’e göç etmiş Yezidi (Ezidi) bir ailenin kızıdır ve yüzyıllardır birçok katliam ve esarette maruz kalmış halkının kurtuluşu için seçilmiş ve kutsanmış insandır. Roman ilerledikçe Suriye çöllerinden Sincar dağlarına yani Ezidilerin kutsal topraklarına doğru yolculuk başlamış olur.

Roman; çok iyi örülmüş kurgusu ile merak duygumuzu sürekli canlı tutuyor. Refik Halid’in eşsiz gözlem ve tasvirleriyle efsunlu bir coğrafyada her ikisi de oldukça donanımlı bu iki aşığın, tarih, din ve aşk üzerine yaptıkları felsefi sohbetleriyle bizi klasik bir aşk romanından daha üst bir noktaya ulaştırıyor. Her şeyden öte romanın hazırlık aşamasında büyük bir emek olduğu aşikâr. Roman; düğünden ölüm ritüellerine, yeme-içme kültürlerine, kutsal kitaplarına kadar Ezidi inancına dair oldukça detaylı bir çalışmanın ürünü. Dönemin şartları dikkate alındığında kapalı bir toplum olan Ezidilerle ilgili bu kadar fazla bilgi toplayabilmenin oldukça zahmetli  bir uğraş olduğunu söyleyebiliriz. Yazarımız bilgiyi, romanın kurgusu içinde ustaca eritmeyi başarsa da kimi yerlerde didaktizmden kendini kurtaramıyor.

Yazımızın amacı romanda Ezidilikle ilgili verilen bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmak değil ancak şunu söyleyebiliriz ki Ezidilere yönelik karalama veya hakaret içerebilecek art niyetli bir yaklaşım romanda yer almamaktadır. Ama bu bilgilerin Refik Halid’in kişisel gözlemleri ve subjektif değerlendirmelerinin yansıması olduğu, bilimsel bir değer taşımadığı unutulmamalıdır. Romanda Ezidilikle ilgili birçok değerlendirmede maalesef üstenci ve oryantalist yaklaşımlar görmek mümkün. Bununla birlikte yazarın Ezidiler hakkında söylenen birçok iftira ve yanlış bilgiye de açıklık getirip doğrusunu vermeye çalışması oldukça kıymetli ve toplumsal duyarlılık adına anlamlı bir çaba. Örneğin Zeliha’nın Hikmet Aliye Muaviye’nin oğlu olan Yezid ile Yezidilik arasında hiçbir ilişkinin olmadığını veya diğer dini inançlardan bildiğimiz şeytanla, onların inanışındaki şeytanın farklı olduğunu anlattığı bölümler. Bugün dahi özellikle Aleviler arasında Hz. Hüseyin’in katili Yezid ile ilgili birçok küfür varlığını sürdürmektedir: Yezidin kızı, Yezidin tohumu gibi… Ayrıca yeri gelmişken Yezidi ile Ezidi’nin aynı şeyler olduğunu, farkın sadece bölgesel söyleyişten kaynaklandığını söylemek yanlış olmaz. Refik Halid romanın tamamında “Yezidi” kelimesini tercih etmiş, muhtemeldir ki Suriye’deki yaygın söyleyiş “Ezidi” değil “Yezidi”dir. Ben ise bu yazımda bugün daha çok kabul gören Ezidi’yi tercih ettim.

Romanda göze çarpan belki de en büyük kusur, Tanzimat’tan beri azalarak süregelen yazarların roman kahramanı olarak kendilerini sunmaları. Hikmet Ali aslında Refik Halid’in kendisidir. Satır aralarında yeni Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’le ilgili sürekli övgüler görmemiz, sürgündeki yazarımızın af çığlıkları olarak okunabilir.

Ne bir inceleme ne de bir kısıtlama...

İlgimi çeken ve beni yazmaya iten asıl nokta ise 90’lı yılların başına kadar resmi olarak Kürtçe’nin yasaklı olmasına ve yayımlanan tüm dergi ve kitaplar toplatılmasına rağmen “Yezidin Kızı” romanıyla ilgili ne böyle bir inceleme ne de böyle bir kısıtlama var. Oysa ki kitap aleni bir şekilde Kürt halkının bir bölümünün (ki Ortadoğu’da pek sevilmeyen) inancını anlatıyor ve bunu yaparken de içinde yer yer Kürtçe cümleler geçiyor. Kürtçe ile ilgili çok katı ve net bir politikanın uygulamada olduğu bir atmosferde bu duruma mantıklı bir izah getirebilmek oldukça güç. Belki ilk baskının  Halep'te yapılmış olması onu bir takım yasal engellerden kurtarmış olabilir. Ya da dönemin yetkilileri içinden biri, en zeki ve akil(!) olanı: “Efendim, bunlar Yezidi yani başkalarının kürdü, bizim için bir sakınca teşkil etmiyor!” dedi ve “Yezidin Kızı” Anadolu’da özgürce gezinmeye başladı. Böyle ironik bir gerekçelendirmeyi bir tarafa bıraksak dahi durumun trajik yanı romanın üzerinden neredeyse koskoca bir asır geçmiş olmasına rağmen Ezidilerle ilgili aynı anlayışın devam ediyor olması. Durum o günden bu güne çok da farklı değil.

İnternette “Yezidin Kızı” diye arama yaptığımızda kitap birçok yerde” Refik Halid Karay’ın egzotik aşk romanı” tanıtımıyla karşımıza çıkıyor. Bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşanmış masalımsı bir aşk… Oysa sayıları bir milyonu geçen Ezidiler bu coğrafyanın en eski ve kadim halkı. Sadece Suriye ve Irak da değil Anadoluda da binlerce yıl yaşadılar ve halen(!) yaşamaktalar. 1980’lerdeki göçlere kadar yüz bine yakın Ezidi Urfa/Viranşehir başta olmak üzere bizlerle bu topraklarda yaşıyordu. Ezidileri bugün bile bu kadar uzak, gizemli ve egzotik bir kültür gibi gören ve hala göstermeye devam eden bu yaklaşımı cehaletle açıklamaya çalışmak çok iyi niyetli ve safiyane bir açıklama kalır. Bu halen yürürlükte olan planlı bir yabancılaştırma ve bilinçli bir körlük politikasıdır. İçinde onlarca farklı dili ve inanışı barındıran Anadolu’yu tek bir pencereden görme ve gösterme çabası, 1900’lü yılların başında başlayan “memleket edebiyatı” ile Türk aydınlarının Anadolu’yu yeniden dizayn etme inşasıdır. 90’lı yıllara kadar (bir iki eser dışında) Anadolu tüm eserlerde yekvücut tek bir dili ve tek bir inancı olan bir halk olarak karşımıza çıkıyor.  Maalesef bu yaklaşım uzun yıllar toplumcu yazarlarda da farklı şekillerde de olsa devam ediyor, kimlik sorunu üzerinde çok durulmuyor.

'Zorlama mermer' sürekli çatlıyor...

Bu tek dilli ve tek inançlı elbisenin Anadolu halklarına artık uymadığı aşikar, bu “zorlama mermer” sürekli çatlıyor ve üzücü olan bizim bu yaraları saracak harcımız yok çünkü ötekileştirildik. 2014’te İŞİD Sincar'da beş bin Ezidiyi öldürdü, kadınlara tecavüz edip cariye yaptı, bu Ezidilerin tabiriyle 73. Fermandı. Biz onlara merhem olmadık çünkü onlar uzaklardaki egzotik bir halktı. Şimdi ise Suriye'de Nusayrilere (Arap alevilerine) yönelik saldırılar var ama biz onlara da yabancıyız daha doğrusu yabancılaştırıldık. Oysa bu ülkede Nusayrilerin en az yarım milyon akrabası var. Daha dün iki sokak aşağıda Antakya dürümü sipariş ettiğin Malik usta Nusayri. Bizler birlikte yaşayan ama bilinçli olarak birbirlerini tanımaları engellenmiş farklı aidiyetleri, farklı dilleri veya farklı inançları olan insanlarız. Birbirimizi her gün görüyor ama gerçek isimlerimizi bilmiyoruz.Ve bir asırlık tecrübe gösteriyor ki aynı evde yaşamamıza rağmen farklılıklarımızı yok saymak, bastırmak veya görmezden gelmek aslında bizi birbirimize yaklaştırmıyor aksine uzaklaştırıp yabancılaştırıyor. Yabancılar ise birbirlerinin acılarını göremiyor.

Zeliha’nın halkını tüm bunlardan korumak için bir planı vardı, onları daha özgür ve güvende olabilecekleri bir yere götürebilmek. İlginçtir ki Zeliha bu güvenli yer için cumhuriyete yeni geçmiş ve laikliği benimsemiş Türkiye’yi düşündü. Oysa biz ülkemizdeki yüz bin Ezidiye bile sahip çıkamadık, çoğu baskılara daha fazla dayanamadığı için göç etmek zorunda kaldı. Kitap bittiğinde kulağımda Şükrü Erbaşın şu dizeleri çınladı durdu:
“uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
ne suların ibrişimi, ne gökyüzü ne rüzgar
sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.”

Ortadoğu'da yangın hiç sönmüyor

Ortadoğu'da yangın hiç sönmüyor ve maalesef kan akmaya devam ediyor. İktidar her değiştiğinde yeni bir göç başlıyor. Dün Ezidi bugün Nusayri sadece isimler değişiyor. Romanda Hikmet Ali Zeliha’yı yüz üstü bıraktı, belki bu sefer bizler 74. Ferman hiç yayınlanmadan birbirimizi başka katliamlardan kurtarabiliriz. Yüzleşmek ve tekrar sevebilmek için belki de başka bir senaryoya ihtiyacımız vardır: Hiçbir ön koşulu olmadan birbirlerini gerçek isimleriyle tanıyan, kabullenen, seven ve kucaklayan insanlara...

EVRENSEL'İNMANŞETİ

Tekellere risksiz kâr
Halka ayrı uluslararası şirketlere ayrı hukuk

Tekellere risksiz kâr

Türkiye’yi uluslararası sermayeye “kârlı ve güvenli bir liman” diye pazarlayan Erdoğan iktidarı tekellere yeni hukuki güvence verdi: Yasal değişiklikler olumsuz etkilerse vergi indiriminden kamu alım garantisine uzanan ve toplamı 1.1 trilyon lirayı bulan teşvikler verilecek, kârlılıkta risk sıfırlanacak. Geleceksizliğe, yoksullaşmaya ve siyasal baskılara karşı sokağa çıkanlara ise daha fazla gözaltı ve tutuklama vadediliyor.

BİRİNCİSAYFA
SEFERSELVİ
30 Mart 2025 - Sefer Selvi

Evrensel'i Takip Et